Doksanlı yılların karanlığı ağırdı. Eylül’ün zulmüne direnip ayakta kalanların omuzlarına koca bir dünyanın yükünü bırakarak sönüp gitmişti kuzeydeki yıldız.
Bir mum alevinin aydınlatmaya çalıştığı o karanlık günler, içine büyük acılar doldurdu. Kadim devletimiz, en acımasız yüzünü gösterdi “asi çocuklarına”.
“Güvenlik güçlerine ateşle karşılık veren teröristlere(!)” karşı düzenlenen ev baskınları, insanlığın askıya alındığı işkenceli sorgular ve elbette faili meçhuller.
“Dört duvar dört döndü” yıllarca analar. Sonsuza kadar boşlukta asılı kalmak gibi bir şeydi bu yaşadıkları. Ama umut ağır bastı. Beklemenin en acısına karşı umutlarını kuşandılar. Yılgınlığın zerresi sokulamadı gözlerine, sokaklara çıktılar.
Onlar sadece kayıp anneleri değildi. Onlar bu toprakların vicdanıydı.
Her cumartesi sadece çocuklarını değil, bir ülkenin yüzleşemediği geçmişini de arıyorlardı. Onların sessiz oturuşlarında, bütün halkların çığlığı gizliydi.
Her suskunlukta bir tarih konuşuyordu. Her pankart, her fotoğraf, her ad…
Kayıplar sadece bireysel değil, kolektif bir kayıptı. O yüzden her cumartesi, bir yas değil, bir direnişti aslında.
Annelik bu ülkede bazen bir suç delili gibi taşındı. Bir fotoğraf, bir mendil, bir çift ayakkabı: Hepsi bir annenin umudunun deliliydi. O umut evlatlarının fotoğraflarıyla temsil edildi, her cumartesi atılan sloganlarla yaşadı. Çünkü annelik yalnızca doğurmak değildi bizim gibi ülkelerde. Unutturmamak için evladının adını, ömür boyu haykırmaktı da bazen.
Karanlık, yağmurlu bir cumartesi günüydü. Her cumartesi saat 12’de olduğu gibi, oradaydılar. Sokuldum yanlarına. ‘Vatan Emniyeti’yle ilk tanışmam onlarla oldu. Hepsi oradaydı. Eylül’ün zulmünden geçmiş olanlar. Devlet’in zulmüyle yeni tanışanlar. Ben orada ilk kez, ezilenin ne kadar dik ve asil, ezenin ne kadar aciz olabileceğini gördüm.
Karşılarında o kadar çaresizdi ki zulmeden. Verebilecek hiçbir cevabı yoktu analara. Çünkü sorular o kadar yalın, o kadar keskin, o kadar haklıydı ki; vatan, millet, devlet hiçbir hamaset zırhını tanımıyordu:
“Evladım nerede?”, “Hayattaysa onu, değilse cesedini istiyorum!”, “Sadece bir mezar istiyorum, ziyaret edebileceğim!”
Devletin dili suskundu bu haykırışlara. Evlatlarını arayan bu annelere ne bir açıklama, ne de bir taziye düştü. Onlara düşen sadece; yağmurda, çamurda, copun gölgesinde sessizlikti.
Yıllardır anaların cevaplanmayan bu soruları dolduruyor ülkenin gök kubbesini. Cevapsız kaldıkça ağırlaşıyor yükü. Ama artık zalimin omuzlarına. Ve yıllardır -rüyalarında açılan kapıları gerçek kılmak aşkına- kapılarını kilitlemiyor bizim ülkemizde bazı analar: Olur da çıkıp gelirse evlatları, kapıyı kitli bulmasın diye.
Berfin 2 Ay Önce
Yaşanmamış bir yas hali …