“Naziler komünistleri götürdüğünde sesimi çıkarmadım, çünkü ben bir komünist değildim…”
Martin Niemöller 1892’de Almanya’nın Lippstadt kasabasında doğdu. Babası bir papazdı. Genç Martin İmparatorluk Almanyası’nın evlatlarından biri olarak büyüdü; disiplini, tanrı korkusunu ve vatan sevgisini(!) erken yaşta öğrendi. I. Dünya Savaşı’nda denizaltı subayı olarak görev aldı ve birçok operasyon yönetti. Savaş bittiğinde Almanya yenilmişti ama Martin’in gözünde bu yenilginin sorumluları “vatansever” olmayanlardı: Komünistler ve yahudiler!
1919’da askeri üniformasını çıkarıp ilahiyat giysisini giydiğinde aslında zihinsel olarak hala bir askerdi. Tanrının buyruğu ile devletin düzenini bir arada düşünüyordu. 1933’te Hitler iktidara geldiğinde birçok Protestan gibi Niemöller de bu “ulusal uyanışı” coşkuyla karşıladı. Nazi Partisi’ne katılmadı ama coşkuyla destekledi. Hatta bazı vaazlarında rejimi tanrının lütfu olarak niteledi. Onun için o yıllarda tehlike komünistlerden, yahudilerden ve “ahlaki çöküşten” geliyordu. Yeni düzeni hristiyan Almanya’nın yeniden doğuşu olarak görüyordu.
Ama kısa sürede Hitler’in kiliseye de el uzattığını fark etti. Nazi rejimi yalnızca siyaseti değil inancı da kontrol etmek istiyordu. 1934’te Niemöller ve bazı papazlar buna karşı “İtiraat Kilisesi” adını verdikleri bir direniş örgütlediler ve Hitler’in kilise üzerindeki tahakkümüne karşı çıktılar. Bazı Hristiyan değerlerin Nazi ideolojisiyle uyuşmayacağını dile getirdiler.
Bu başkaldırı Niemöller’i 1937’de tutuklanmaya götürdü. Nazi yargısı onu “Reich düşmanı propaganda” ile suçladı. 8 yıl boyunca Sachsenhausen ve Dachau toplama kamplarında kaldı. Papaz cübbesi artık mahkum tulumuydu. Ve burada demir parmaklıklar ardında Niemöller ilk kez yalnız komünistlerin değil yahudilerin, sendikacıların, sosyalistlerin, çingenelerin, eşcinsellerin, yani “ötekileştirilen herkesin” birlikte yok edilmeye çalışıldığını gördü. Bu onun dönüşümünün başladığı yerdi. Sessizliğin içinden gelen bir uyanış…
Martin Niemöller Nazi toplama kamplarından kurtulduğunda takvimler 1945’i gösteriyordu. Almanya yerle bir olmuş, Hitler ölmüş ve toplama kamplarının kapıları açılmıştı. Ancak Niemöller için asıl büyük sarsıntı dışarıdaki manzaradan çok içindeki hesaplaşmaydı. O artık yalnızca bir kurban değil aynı zamanda bir ‘suskunluk suçlusu’ olduğunu biliyordu.
Savaş sonrasında birçok şehirde konuşmalar yaptı. Bu konuşmaların çoğu onun sadece bir papaz değil bir tanık olarak konuştuğu metinlerdi. Ve 1946’da bir kilise vaazında tarihe kazınacak o sözleri söyledi:
“Naziler komünistleri götürdüğünde sesimi çıkarmadım, çünkü ben bir komünist değildim. Sonra sendikacıları götürdüler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben sendikacı değildim. Sonra yahudileri götürdüler yine sustum, çünkü ben yahudi değildim. Ve sonunda beni götürdüklerinde ses çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Bu söz zamanla farklı versiyonlara büründü; bazı yerlerde sosyalistler, katolikler, çingeneler ya da eşcinseller eklendi-çıkarıldı. Ama öz hiç değişmedi. Sessizlik bir tercihti. Ve o tercih herkesin başını öne eğdiği bir mezarlık sessizliği yaratmıştı. Niemöller bu sözüyle yalnız Almanya’ya değil, bütün insanlığa sesleniyordu: Zulüm karşısında tarafsızlık yoktur! Ya zalimin yanındasındır ya da direnişin!
Bu söz soğuk duvarlara kazınan bir anıdan çok daha fazlası oldu. Onlarca dile çevrildi, şiirlere-tiyatrolara hatta protesto pankartlarına dönüştü. Ama ne kadar tekrar edilirse edilsin asıl değeri, itiraf edilmiş bir suçun dürüstlüğüydü: SIRA BANA GELMEDEN ÖNCE HEP SUSKUNDUM!