06.09.2025, 21:20

6-7 Eylül Olayları, Rembetiko ve Anthony Quinn

“Nereye gidersem gideyim Girit’in taşlarını cebimde taşırım. Sürgün, insanın kendi gölgesini bile yabancı kılmasıdır.” Giorgos Seferis

1955’in 6-7 Eylül’ünü konuşmak için sözü 30 Ocak 1923’ten başlatmak gerek. Ulus-devletlerin “büyük” çıkarları için parçalanan “küçük” hayatların hikayelerinden.
Lozan Antlaşması’nın bir eki olarak imzalanan 1923 Nüfus Mübadelesi tarihin en büyük zorunlu göçlerinden biriydi. Yaklaşık 1,2 milyon Ortodoks Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500 bine yakın Müslüman ise Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderildi. Din temelli bu değiş tokuş yüzyıllardır aynı sokakları, pazarları, tarlaları paylaşan komşulukları dağıttı. Geride evler, tarlalar, kiliseler ve camiler bırakıldı; yanlarına aldıklarıysa birkaç eşya birkaç aile fotoğrafı ve hepsinden de çok şarkıları oldu. Mübadele sadece fiziksel bir yer değiştirme değildi; aynı zamanda kültürel bir kopuş bir kimlik sarsıntısıydı. Anadolu’nun Rum köylerinde yankılanan türküler Ege’nin karşı yakasında yeniden şekillendi. Zeybek ve rembetikonun ilk formları sürgünlerin bavullarında yeni bir hayata atıldı. Gittikleri yerde taş evlerin gölgesinde değil, barakaların loşluğunda, limanların uğultusunda buldular kendilerini. Ağızlarından dökülen her ezgi yitip giden bir memleketin yankısıydı.

Ama yeni ülkelerinde de yolları kolay değildi. Anadolu’dan gidenler Yunanistan’da “Türkospori” yani “Türk tohumu” diye anıldı. Dil, şive, yemek alışkanlıkları farklıydı; bu yüzden yerli halk tarafından dışlandılar. Atina’nın arka sokaklarında, Pire’nin liman kenarlarında, Selanik’in kenar semtlerinde gettolar kurmak zorunda kaldılar. Bu gettolar sefaletin ve yalnızlığın mekanı olduğu kadar, yeni bir kültürel sentezin de doğduğu yerlerdi. Rembetikonun asi ve kederli ruhu işte bu marjinalleştirilmiş, dışlanmış hayatların içinden yükseldi.

Rembetiko sürgünün hatırasıdır. Çilingir sofralarında, yeraltı meyhanelerinde, polis baskınlarının kol gezdiği arka sokaklarda doğan bu müzik, kederi ve direnci bir arada anlattı. Memleketten kovulmanın acısını, yeni bir hayata tutunma inadına bağladı. Tınısı bu yüzden hep biraz buruk, biraz asi, biraz da kaderine meydan okuyandı. Rembetikonun asi ruhu “mangas” figüründe can buldu. Sokak kültürünün bu asi kahramanları, Osmanlı zeybeklerinden ilham alarak dışlanmışlığın ve özgürlüğün sembolü oldular. Bu müzik sadece bir yas değil, aynı zamanda bir kimlik arayışı bir kültürel direnişti.

Bu müzik bir zaman Atlantik’i aştı ve birgün Amerika’ya göç eden Anadolulu Rumların “sefil” barlarından birinde Anthony Quinn belirdi. Dinlediği bu dokunaklı müziğe “Yunan Blues’u” adını verdi. Ardından New York’un entelijansiyasını o barlara taşıdı. Böylece rembetiko bir gecede “Greek Blues” adıyla moda oldu. Oysa New York’ta duyulan bu tını Yunanistan’da kenar mahallelere itilmiş, “Türk tohumu” diye küçümsenmiş göçmenlerin ezgisiydi. Gettolarda büyüyen bu asi müzik Amerika’da bir kültür mirası olarak alkışlandı. Yunan hükümetleri bu dalgaya kayıtsız kalamadı; Anadolu’dan anakaraya göçen Rumların toplumla bütünleşmesi bu uluslararası popülerlikle hızlandı. 1970’lerde Yunanistan’daki cunta rejimine karşı direnişin sembolü oldu ve nostaljiden öte özgürlük arayışının sesi oldu. Bugün üçüncü kuşak Rumların büyük ölçüde entegrasyon sorunu yaşamamasının ardında bu müziğin açtığı yol vardır.

Ama müzik kadar avutmadı başka gerçekler. Bir yanda müziğin açtığı yol sürgünlerin çocuklarına umut olurken; diğer yanda aynı köklerden gelen topluluk İstanbul’da yeni bir felakete sürükleniyordu.

6–7 Eylül olaylarını kendiliğinden bir öfke patlaması sanmak saflık olur. O gecelerin ardında Soğuk Savaş dengeleri, Kıbrıs meselesi ve sermayenin Türkleşmesi politikaları vardı. “Atatürk’ün evine bomba atıldı” yalanı devlet destekli bir provokasyonla kalabalıkları harekete geçirdi. Olaylar yalnızca Rumlara değil İstanbul’un çok kültürlü dokusuna da yöneldi.

Kıbrıs’ta enosis talebinin yükselmesi Türkiye’de milliyetçi bir tepkiyle karşılandı. Devlet ve basın “milli dava” söylemiyle toplumsal gerilimi bilerek körükledi. Londra’da konferans sürerken İstanbul’da Rumların evlerine, dükkanlarına ve kiliselerine saldırıların olması tesadüf değildi. Sanki dış politikadaki bir pazarlığın gölgesi kentin dar sokaklarına kadar düşmüştü.

Bir başka hedef ekonomiydi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan çok kültürlü ticaret hayatı; Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin elindeydi. Ulus-devletin hayali ise “milli burjuvazi”ydi. 1942 Varlık Vergisi’nden sonra 1955 olayları bu projenin bir başka halkası oldu. Bir gecede yağmalanan dükkanlar, göçe zorlanan hayatlar, Türkleşmiş bir ekonomi… Küçük hayatlar bir kez daha “büyük” çıkarlara kurban edildi.

6–7 Eylül gecesi resmi kayıtlara göre 11 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı. 4 binden fazla ev, 1000’e yakın işyeri, düzinelerce kilise, sinagog ve okul tahrip edildi. Maddi zararın dönemin rakamlarıyla yüz milyonlarca lirayı bulduğu, gayriresmi kaynaklarda ise bu rakamın çok daha yüksek olduğu belirtilir. Yalnızca dükkanlar değil mezarlıklar bile hedef alındı. Bu tablo yalnızca bir “saldırı” değil, azınlık varlığını kökünden tasfiye etmeye yönelik sistematik bir pogromdu.

Olaylar dünya basınında geniş yankı buldu; The Times İstanbul’un “bir pogrom gecesi” yaşadığını yazdı. New York Times ve Le Monde devletin göz yummasını sert şekilde eleştirdi. Uluslararası kamuoyunun tepkisi Türkiye’nin dış politikada ciddi bir prestij kaybı yaşamadına yol açtı. Ve içeride gerçek faillerin yargılanmaması ve olayların üstünün “kontrolden çıkan halk öfkesi” söylemiyle kapatılması da mağdurlar için ikinci bir travma anlamına geldi.

Belki de en derin yara toplumsal hafızada açıldı. İstanbul artık o iki geceden sonra eskisi gibi değildi. Türklerin, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ve Levantenlerin yan yana yaşadığı, dillerin ve inançların birbirine karıştığı çok kültürlü dokusu bir devlet politikasıyla paramparça edildi. Olayların ardından on binlerce Rum Türkiye’den ayrıldı; bir şehir yalnızca insanlarını değil, şarkılarını ve geleneklerini de kaybetti. Geriye dönüp bakıldığında 6–7 Eylül yalnızca bir pogrom değil aynı zamanda bir hafıza kırılmasıdır.

Bugün İstanbul sokaklarında gezerken 6–7 Eylül’ün gölgesi hala hissedilir. Balat’ta, Kurtuluş’ta, Kadıköy’de bir dükkanın önünden geçerken ya da bir kilisenin kapısında pas tutmuş bir kilidi görürken, insan ister istemez sorar: Burada kimler vardı, hangi hayatlar yarım bırakıldı?

Devletler unutturmak ister. Arşivleri kapatır, sorumluları aklar, toplumsal belleğin üstünü kalın dosyalarla örter. 6–7 Eylül de uzun yıllar “birkaç çapulcunun işi” diye anlatıldı. Oysa saldırıya uğrayanların hafızası bu resmi anlatıyı hiçbir zaman kabul etmedi. “Septemvriana” yalnızca bir tarih değil, kimliklerinin parçalanmaz parçası oldu.

6–7 Eylül’ü hatırlamak geçmişin yasını tutmak değildir. Aynı zamanda bugüne de bir çağrıdır: Farklılıkların, çokkültürlülüğün, yan yana yaşamanın kıymetini bilmek. Çünkü hatırlamayan toplum, aynı karanlığa bir kez daha sürüklenmeye mahkumdur. Bugün geriye dönüp bakıldığında 6–7 Eylül yalnızca bir tarih değil, belleğin hala kanayan bir yarasıdır.

6-7 Eylül’ün şiddeti tarih kitaplarının soğuk satırlarında belki gölgelenir ama bir rembetiko çaldığında o gece parçalanan hayatların hatırası yeniden duyulur.
Ulus-devletin politikası “unutmak” üzerine kuruluyken rembetiko hep “hatırlatır.” Rembetiko sadece Rumlar için değil, Anadolu’nun çok kültürlü geçmişine özlem duyanlar için de bir köprüdür. Bu yüzden acılı ama direngen, yaslı ama asla susmayan bir müziktir. Çünkü rembetiko sürgünlerin gözyaşlarından doğan, silinmek istenen hafızanın ölümsüz ezgisidir.

**

Septemvriana: Yunanca’da “Eylül Olayları” anlamına gelir. Yunanistan ve diaspora literatüründe 1955’te İstanbul’da yaşanan 6–7 Eylül pogromunu adlandırmak için kullanılır. Türkiye’de daha çok “6–7 Eylül Olayları” ifadesi tercih edilse de, “Septemvriana” kavramı mağdur toplulukların hafızasında olayın özel adı haline gelmiştir.

Pogrom: Belirli bir etnik, dini veya kültürel azınlığa yönelik organize, kitlesel saldırı; yağma, şiddet ve zorunlu göçü de içeren sistematik şiddet dalgası. Terim özellikle 19. yüzyılda Rusya İmparatorluğu’nda Yahudilere yönelik saldırıları tanımlamak için ortaya çıkmış daha sonra başka coğrafyalardaki benzer olaylar için de kullanılmaya başlanmıştır.

Yorumlar (0)
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 16 39
2. Trabzonspor 16 35
3. Fenerbahçe 15 33
4. Göztepe 16 29
5. Beşiktaş 16 26
6. Samsunspor 16 25
7. Gaziantep FK 16 23
8. Başakşehir FK 16 20
9. Kocaelispor 16 20
10. Alanyaspor 16 18
11. Çaykur Rizespor 16 18
12. Konyaspor 15 16
13. Gençlerbirliği 16 15
14. Kasımpaşa 16 15
15. Antalyaspor 16 15
16. Kayserispor 16 14
17. Eyüpspor 16 13
18. Fatih Karagümrük 16 9
Takımlar O P
1. Amed SK 17 35
2. Pendikspor 17 33
3. Esenler Erokspor 17 32
4. Bodrum FK 17 31
5. Çorum FK 17 29
6. Iğdır FK 17 29
7. Erzurumspor FK 17 27
8. Boluspor 17 26
9. Bandırmaspor 17 26
10. Serik Belediyespor 17 25
11. Keçiörengücü 17 22
12. Sivasspor 17 21
13. Van Spor FK 17 21
14. İstanbulspor 17 21
15. Manisa FK 17 19
16. Sakaryaspor 16 19
17. Ümraniyespor 17 18
18. Sarıyer 17 17
19. Hatayspor 16 5
20. Adana Demirspor 17 2
Takımlar O P
1. Arsenal 16 36
2. Manchester City 16 34
3. Aston Villa 16 33
4. Chelsea 16 28
5. Crystal Palace 16 26
6. Liverpool 16 26
7. Sunderland 16 26
8. Manchester United 15 25
9. Everton 16 24
10. Brighton & Hove Albion 16 23
11. Tottenham 16 22
12. Newcastle United 16 22
13. Fulham 16 20
14. Brentford 16 20
15. Bournemouth 15 20
16. Nottingham Forest 16 18
17. Leeds United 16 16
18. West Ham United 16 13
19. Burnley 16 10
20. Wolverhampton 16 2
Takımlar O P
1. Barcelona 17 43
2. Real Madrid 17 39
3. Villarreal 15 35
4. Atletico Madrid 17 34
5. Espanyol 16 30
6. Real Betis 15 24
7. Athletic Bilbao 17 23
8. Celta Vigo 16 22
9. Sevilla 16 20
10. Getafe 16 20
11. Elche 16 19
12. Deportivo Alaves 16 18
13. Rayo Vallecano 15 17
14. Mallorca 16 17
15. Real Sociedad 16 16
16. Osasuna 16 15
17. Valencia 16 15
18. Girona 16 15
19. Real Oviedo 16 10
20. Levante 15 9