GENEL DEĞERLENDİRME
Türkiye kapitalizminin küresel kapitalizmin halkalarından biri olarak kriz, çöküş koşulları devam ediyor. Bu durumun kapitalizmin çevrimi içindeki çöküş halinde olması geçici değil, nihai ve kalıcı çoklu sorunların varlığından kaynaklıdır. Kapitalizmin küresel çapta yeni değer, fazla değer ve artı-değer üretmede her geçen zaman kesitinde daha da zorlanması da devam etmektedir. Bu durumun somut hali Türkiye kapitalizminde görünür olarak yüksek enflasyon-pahalılık, yüksek işsizlik ve düşük ücret-gelir dönemsel ve anlık olarak hepsi birden yaşanmaktadır. Bu noktada nesnel olarak bakıldığında sürdürebilirlik için var olan koruma kalkanları da giderek ortadan kalkma sınırlarında şekilleniyor. Yani yüksek enflasyon-pahalılığın düşük işsizlik veya orta veya yüksek ücret –gelir ile takviyesi anlamında koruma kalkanı da mümkün olmamaktadır.
Dolayısıyla bu durum bir yanda sermaye birikim süreci olarak birikimin yoğunlaşması yani temerküzü artık rutin bilinen oligarşi içinde bile daha sınırlı bir azınlık içinde toplanmış durumdadır. Bu somut durumdan tekel dışı burjuvazinin, üst ve alt orta sınıfların da olumsuz etkilendiği açıktır. Ama bu süreç geniş işçi ve emekçi kitlesine onarılması zor olan yıkım olarak dönmüştür. Böylesi sınıflar arasında uçurumun yükseldiği koşullarda bu durumun sürdürülebilir olması için kapitalist devlet aparatı rıza üretmede giderek zorlanmakta, ürettiği rıza bile devlet aparatının baskı ve zor araçları ile sağlanmaktadır.
Bu noktada sistem olarak kapitalizmin ve var olan kapitalist devletin somut ifadesi olan güvenlikçi devlet aparatının faşizmin iktidarına dönüşmesinin ana halkası olarak iki önemli gelişmenin seyri bu dönem için belirleyici olacaktır. Öncelikle Kürt sorununun gelinen noktada somut durumu ve 30 Haziranda CHP için önceki kurultayın hukuki terimle butlan yani yok hükmünde olması noktasında davaya dönüşmesinin duruşmasının yapılacak olmasıdır. Kürt sorunu konusunda bir önceki yazımızda, sorununun güncel gelişmeleri ve temel konularını kapsayan bütünsel değerlendirme yapmıştık. O değerlendirmenin referansıyla burada şunları söylüyoruz. Ekimle başlayan süreç Öcalan’ın talimatı sonucu kongre kararı olarak PKK’nın silah bırakması ve feshi ile literatürdeki adıyla negatif barış süreci gerçekleşti. Ama negatif barış süreci bile netleşmemiş olarak belirsizliğini korumaktadır.
Pozitif barış sürecine dönük ise devletin verilen sözler doğrultusuna yapması gerekenlerin hemen hiçbirinin yapılmadığı bilinmektedir. Bu noktada iç ve dış egemen kanatlar arasında pazarlıklar, çelişkiler, sorunların varlığı süreci şekillendirecektir. Ama ilk atılan adımlara baktığımızda 10. Yargı paketiyle gündeme gelen infaz düzenlemesi ile dağın fare bile doğurmadığını göstermektedir. Sürekli ileri de yeni adımlar atılacağı temennisi ise biriken sorunların daha da kördüğüm şeklinde tıkanma yaratacağı da görülmelidir. Dolayısıyla devlet –iktidarın terörsüz Türkiye çerçevesinde müzakere derken, muhalefetin barış demesi basit bir kelime oyunu değil. Çünkü barış yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda birlikte yaşama iradesinin eşit yurttaşlığın ve çoğulculuğun kurumsallaşmasıdır.
Dolayısıyla gelinen aşamada pozitif barış doğrultusunda beklenen adımlar atılmadığı koşullarda sürecin tıkanacağı ve giderek te sonlanacak olması sürpriz olmayacaktır. Böylesi bir durumda ciddi yüksek risk ve kaos durumu tüm denge ve dengesizlikler ile yeni bir evreye dönüşecektir. Böylesi bir aşamada Bahçeli’nin Ekim öncesine ırkçılık çerçevesinde dönmesi de sürpriz olmayacaktır. Yani tekrar DEM Partinin kapatılması ve Kürtlere düşmanlık tavırları, MHP’nin şiddete başvurması noktasında sokağı kullanması da açık olarak görülebilecektir.
Yine CHP’nin önceki kurultayının yok hükmünde sayılması noktasında duruşmada çıkan karar kurultayın iptaline ve eski yönetime devir şeklinde sonuçlanırsa bir riskli durum ve kaos durumu burada da yaşanacaktır. Böylesi bir durumu CHP’nin yeni yönetiminin kabul etmeyeceğini şimdiden yüksek sesle ifade etmeleri CHP’nin yeni bir eylemlilik sürecine gireceğini de göstermektedir. Bu noktada neler yaşanacağı, devlet-iktidarın nasıl bir tutum alacağına da bakıldığında yüksek risk devam etmektedir. Zaten CHP’ye belediyeler çerçevesinde operasyonlar özünde CHP’nin yasal varlığına kayyum da dahil yeni tasarrufların göstergesidir.
Sonuçta bu iki gelişmeden ikisi birden hayata geçerse risk ve kaos durumu daha yüksek olacaktır. Dolayısıyla sol-sosyalistleri ve toplumsal muhalefet bileşenlerini çok dikkatli ve kararlı, tutarlı olmaları gereken bir süreç beklemektedir. Tarihsel olarak da bakıldığında faşizmin iktidarı için en geniş kitleye sahip olan sosyal demokrasinin susturulması veya teslim alınması yaşanmıştır. Bu aşamada Türkiye’de CHP’ye dönük bu derece aleni, burjuva anlamda bile hiçbir kuralı tanımadan yapılan saldırı faşizmin iktidar riskini ultra yükseltecektir. Bu noktada CHP’ye dönük faşizm, devrim düalizminde kafa karışıklığı yani CHP’ye devrim görevini yüklemek noktasında sosyal-faşizm ön yargısı faşizmin iktidarına yol açacaktır. Elbette sürece diyalektik saiklerle baktığımızda Kürt sorunu doğrultusunda adımlar atılması ve CHP’nin yeni yönetimiyle devamı da yine yeni bir önemli, olumlu sürecin başlangıcı olabilecektir.
Bu giriş değerlendirmesi ile birlikte yine rutin iktidar ve muhalefetin güncel gelişmelerinin değerlendirilmesi ile devam ediyoruz.
İktidar gelinen aşamada Kürt sorununun çözümü doğrultusunda görünen olarak küçük bir adım atmazken, en yüksek adımını ise CHP’ye dönük sonu belirli olmayan belediyelere dönük 5.dalga ve devamı mümkün olacak saldırılara hız kesmeden devam ediyor. Bu noktada iktidar için geniş emekçi kitlesinin açlık ve yoksulluğuna dönük küçük bir adım atılmasının pratik yanı bir yana düşünülmesi bile mümkün olamayan bir kilitlenme yaşanmaktadır. Bu içteki kilitlenmeyi dış gelişmeler ile takviye edip rahatlaması da mümkün gözükmemektedir. Gerek Ortadoğu ‘da ki temel sorun olan Kürt sorunu ve Filistin sorununun çözülememiş olması, diğer taraftan küresel çapta kapitalizm-emperyalizmin hegemonya ve kapışma durumunun savaşı da içinde taşıyan varlığı ile görünür haldedir. Türkiye devlet –iktidar için alt –emperyalist özelliğinden kaynaklı yayılma ve paylaşımda yerinin netleşememesi yani her yöne çekilebilecek konumu da çözüm olamamaktadır.
Sonuçta iktidarın güncel durumuna dönük daha fazla söylenecek bu aşamada( yeni gelişmeler olmadığı için ) söylenecek çok şey bulunmamaktadır. İktidar için tek gerçeklik kendi iktidarını korumak ve devamı için her boydan yaptırımlar, saldırılara devam edecek olmasıdır. Somut durumda devlet-iktidar eğilimi 3 alana hapsolmuş durumda adeta bir anaforun içinde olup buradan çıkması zor gözükmektedir. Bu 3 alan Kürt sorununun varlığı, yeni Anayasa yapımı ve Hız kesmeyen CHP’ye dönük bitirme noktasında saldırgan tutumudur. Bu üç alanın süreç içinde alacağı biçim çözüm odaklı ve olumlu olması başat olarak zor olacağı için kapitalizmin ve kapitalist devletin de gidişatını belirleyecek, etkileyecektir.
Ana muhalefet partisi CHP’nin güncel gelişmelerine baktığımızda kendi tarihine de bakıldığında ilk kez denebilecek bütünsel kuşatma altında olduğu açıktır. Seçilmiş 11 belediye başkanının cezaevinde olması, sonuçlanmayan belediye operasyonları ile dalga sayısının nerede duracağını kestirmenin ilgili olanlar tarafından da bilinmediği bir süreç devam ediyor. Belediye operasyonları ile başlayan süreç belediyeler ile sonlanmayacak durumda olup CHP’nin kurumsal kimliğine dönük mümkün olmasının belirtileri de giderek yükselmektedir. Elbette CHP’ye dönük bu kuşatma ve operasyonlar kendiliğinden, rastlantı değil, bilinçli, planlı ve önceden hazırlıklı olarak başlamıştır ve devam etmektedir.
Özgür Özel’in genel başkanlığı ile birlikte süreç içinde ve özellikle İmamoğlu’nun tutuklanması üzerine CHP sosyal demokrasinin başat yanı olan emek ağırlıklı politikalarına dönmüş ve gelinen aşamaya kadar bu süreç devam etmektedir. Bu muhalefetin özellikle Meclisten çıkıp meydanlara ve sokaklara dönmesi ve bunun sürekliliğinin olması anlamında haftada bir il ve ilçede mitinglerin yapılması ayrıca önemli olmuştur. Bu mitinglerin içerik olarak rutin talepler dışında somut gelişmeleri kapsaması da önemli olmuştur. Asgari ücretlere zam yapılması ve emeklilere seyyanen zam için geniş kitleleri mücadeleye çağırması bu durumun somut göstergesi olmuştur. Ayrıca derin yerlerin telkin ve tehditlerini bizzat yaşayan Özel, ölümü ve suikastları göze aldığını söyleyerek ve el yükselterek bu tehdit ve saldırılara aynı şekilde tehdit vari karşılık vermesi ( kitleyi meydandan çekmeyeceğini açıklaması gibi) doğal olarak farkındalık yaratmıştır.
CHP işte böylesi sosyal demokrasinin başat yanı olan emek ağırlıklı politikalarla hareket etmesini başka alanlarda da devam ettirmektedir. Kürt sorunu konusunda barışı öne çıkaran tutumu, Kürt sorununun yeni çözümüne destek vermesi ve kitleselleşmek için muhafazakar emekçi kitlelere de geçmiş çizgisinden farklı olarak önem vererek onları kazanmak doğrultusunda yaklaşımı CHP’yi hedef yapmıştır. Var olan devlet aparatının hızla faşizmin iktidarına dönük uygulamaları için egemenlerin önlerinde küçük de olsa engel istemedikleri bilinmektedir. Bu noktada milyonlarca kitleyi harekete geçirecek kapasite de olan CHP’nin faşizme karşı önemli bir güç olması CHP’yi daha yüksek düzeyde hedef yapmıştır. Sosyalist solun kitlesellik anlamında etkisizliği, güçsüzlüğü, özellikle Avrupa ülkelerinde olduğundan farklı merkez sağ veya liberal sağın faşizme karşı mücadele de yeterli düzeyde yer almaması noktasında geriye tek etkin güç olarak CHP kalmaktadır. İşte bu noktada CHP’nin bu gidişatını engellemek, durdurmak ve parçalamak bölmek egemenlerin hemen tek başat hedefleri olmuştur.
CHP’ye dönük bu ve benzeri daha yüksek düzeyde saldırıların devam edeceği bilinmekte, beklenmektedir. Bu ablukayı, kuşatmayı dağıtmak için CHP egemenlerin sahte telkin ve vaatlerine değil kendi kitlesine güvenirse bu süreçten kazanımla, başarıyla rahatlıkla çıkacaktır. Bu noktada da var olan eylemliliğin devamı ve bunu yeni eylem çeşitleri ile takviyesi olacaktır. Somut olarak görülmüştür ki bu mitingler egemenleri caydırmak anlamında önemli olsa da yeterli olmadığı da açıktır. Yeterli olmamasının temel göstergesi başta İmamoğlu olmak üzere diğer belediye başkan ve yöneticilerin cezaevinden tahliye olamamaları bir yana yeni dalga operasyonlarla belediye başkanları da dahil yeni tutuklanmaların olmasıdır. Dolayısıyla artık CHP yaratıcı bir şekilde sivil itaatsizlik eylemleri dahil yeni eylem çeşitleri üretmeli ve süreklilik anlamda bunları hayatı geçirip devam etmelidir. Bu eylemlikte ilk akla gelen mitinglerin stratejik yerlerde ( Cumhurbaşkanlığı, valilik vb. önlerinde yapılması gibi ) yapılmasının zorlanmasıdır. Ayrıca kendi etkinlik ve gücü oranında genel grev yapılması bile önemli etki yapacak ve kazanım sağlayacaktır.
Sonuçta sosyalistler- komünistler olarak CHP konusunda duyarlı olmak bir takıntı veya zafiyet değil, faşizm gibi insanlık düşmanı bir eğilimin engellenmesi için CHP’nin müttefikliğinin zorunlu olmasıdır. Ayrıca sosyalist-komünistlerin kitleselleşmesinin temel alanı CHP’nin tabanı olması gerçekliğidir. Bu arada bu bölümü sonlandırırken Manisa Belediye Başkanının bir kaza sonucu ölümü (Bu ölümün bir kaza dışında, ihmaller bütünümü veya bir suikast sonucu mu olduğu önemini korumaktadır) bazı temel gerçekleri somut olarak göstermiştir. Belediye başkanının kısa zaman kesitinde kitle ile bağdaki başarısı,Manisa’da hem seçimleri yüzde 6 olan orandan yüzde 60 yakın oy oranı ile kazanması ve cenazesinin yüksek katılımla yapılması, benzerinin Sırrı Süreyya’da da görülmesi Sosyalist-komünistlerin neden kitleselleşmediği, nasıl kitleselleşmesini göstermesi anlamında bir turnusol, örnek ve ders olmuştur. Yine bu arada Özgür Özel’in yakın arkadaşı olan Ferdi Zeyrek’in cenazesinde doğal, sahici tutumunun abartılması da ayrı bir zafiyet olmuştur. Rutin, geleneksel, kemikleşmiş liderlik anlayışından farklılık dikkat çekmektedir. Oysa Özel ne eksik ne fazla doğal, sahici olunması gereken bir insani görevini yerine getirmiştir.
Bu bölüme rutin yaptığımız güncel ekonomik gelişmelerin değerlendirmesi ile devam ediyoruz.
Kapitalizmin varlığından kaynaklı bir tarafta küçük bir azınlığın sermaye birikimi anlamında giderek servetini yükseltmesi ve zenginleşmesi, bu servet ve zenginlikten kaynaklı diğer tarafta milyonların açlık ve yoksulluğun antagonizması bütün yıkıcılığı ile devam etmektedir. Bunun somut verileri açık ve net olarak durumu göstermektedir. Ayrıca geniş emekçi kitlesinin doğrudan karşılaştığı ve görünür sömürü mekanizmalarından olan vergi ve dolandırıcılık üzerinde de değerlendirme yapmanın önemli olduğunu düşünüyoruz.
Karl Marx mülkiyeti kapitalizm öncesi ve sonrası dönemler üzerinden iki farklı boyutta inceler. Kapital’de “ Özgür emeğin sömürüsüne dayanan kapitalist özel mülkiyeti” olumsuzlar. Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, kitleleri mülksüzleştirerek çağdaş toplumlarda eşitsizliği yeniden üretir. Bu noktada Forbes dergisinin nisan ve mayıs aylarında yayımladığı ve Türkiye’nin en zenginleri listeleri de eşitsizliğin en net fotoğraflarını ortaya koyuyor. Dünya şirketlerinin egemenliği altında eşitsizliğin en derin, sömürünün en yoğun yaşandığı bir dönemden geçerken, toplumsal üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet en tekelci ve en şiddetli formuna büründü.
Dünya genelinde 3 bin 28 milyarder bulunuyor ve bu da dünya nüfusunun yüzde 1”inden bile daha az bir kesime karşılık geliyor. Ultra zenginlerin toplam serveti 16.1 trilyon dolara ulaşmış olup, serveti 200 milyar dolar üzerinde 3 kişi ( Elon Musk: 342 milyar dolar, Mark Zuckerberg: 216 milyar dolar, Jeff Bezos: 215 milyar dolar) bulunuyor. Teknoloji, bilişim, enerji, gıda ve perakende ticaret gibi alanlarda faaliyet gösteren en zengin 15 milyarderin 2.4 trilyon dolarlık serveti, en alttaki 1500 milyarderin toplamından daha fazla.
Türkiye’nin servet sahipliğinin eşitsizliğine bakıldığında Forbes’in “ en zengin 100 Türk” listesinde yer alan zenginlerin tümü bir holding sahibi ya da veliahdıdır. Araştırmalara göre zenginler bu servetin yüzde 60 ‘ından fazlasını çoğunlukla miras, yolsuzluk veya tekel gücüyle elde ediyor. Listedekilerin toplam serveti 128.5 milyar dolar olup, bu rakam Türkiye’nin 2024 yılı toplam GSYH’nin yüzde 10’udur.
Dokuzuncu kez “ Türkiye’nin en zengini “ olan Yıldız Holdingin en büyük hissedarı Murat Ülker, 5.5 milyar dolarlık servetiyle listenin ilk sırasındadır ve servetini bir önceki listeye göre 400 milyon dolar arttırmasındaki en önemli etken gıda ve atıştırmalık sektöründe faaliyet gösteren yerli ve yabancı şirketleri satın alarak tekelleşmesidir. Pandemi zamanında tıbbi vurgunculuk ve fırsatçılık yapan BioNTech’in ortaklarından Uğur Şahin 4.3 milyar dolarlık servetiyle ikinci sıradadır. Kazancı Holdingin en büyük hissedarı Cemil Kazancı milyar servetiyle üçüncü sıradadır ve Aksa Enerji ile Türkiye enerji tekelleri arasında yer alarak servetlerine servet katmaktadırlar. Listenin devamında Rönesans Holding, Koç Holding, Doğuş Holding, Limak Holding, Baykar Teknoloji, Türkerler Holding, Eczacıbaşı Holding, Doğan Holding yer alıyor.
Bu servet ve zenginliğin somut ve anlaşılır birkaç örneği durumu net olarak göstermektedir. Koç Holding, değerinin çok altında satılan TÜPRAŞ’tan 2024 yılında 18 milyar kâr ederken, her 10 aileden 1’i çocuklarının gün içinde taze meyve ve sebze tüketmesini sağlayamıyor. Yine Türkiye’nin en zengin 100 kişisi son dört yılda servetlerini yaklaşık 28 milyar dolar artırırken, yaklaşık her 10 işçiden 6’sı asgari ücret veya asgari ücretin yüzde 20 üzerinde bir ücretle çalışıyor.
Kapitalizmin kimden yana olduğunu gösteren en önemli veri vergilerin dağılımı olmuştur. Türkiye’nin en büyük 10 sanayi şirketinin 2024 yılında ödedikleri verginin gelirlerine oranı 17, binde 1, on binde 2, sıfır ve sıfır. Türkiye’de üretim yapan en büyük 10 büyük sanayi şirketi yine ve yeniden 2024 yılında da önceki yıllarda olduğu gibi cirolarına oranla ya çok düşük kurumlar vergisi ödedi ya da hiç vergi ödemedi.
Ücretli emek kağıt oyunlarıyla daha fazla vergilendirilirken şirketler teşvik, istisna ve indirimlerle fiili olarak vergisizleştirildi. Türkiye’de sanayi üretimi gerçekleştiren-altın rafineleri hariç- 10 devi TÜPRAŞ, Ford Otosan, Star Rafineri ( Socar), Toyota, Oyak Renault, Arçelik, Ereğli Demir Çelik, TOFAŞ, İskenderun Demir Çelik ve Hyundai Assan’ın “vergi fotoğrafı” aynı zamanda devlet-sermaye ilişkilerinin fotoğrafıdır. Şirketlerin dördü Koç Holding ve uluslararası sermayeye ait. OYAK, Erdemir’in birer şirketleri listede ve kalanı tamamen uluslararası sermayeye ait tekeller.
Bu noktada işçilerin ödediği vergi oranlarına bakıldığında, ortalama 27 bin net ücreti olan işçinin brüt ücreti aydan aya değişmekle birlikte ortalama olarak 36 bin TL dir. 36 bin brüt ücreti olan işçinin ödediği gelir vergisi toplamı yılda 77 bin 700 TL, damga vergisi ise 3 bin 285 TL’dir. Dolayısıyla bu işçinin ödediği doğrudan gelir vergisi toplamı ( SGK payı, işsizlik payı hariç ) 81 bi 14 TL. Bu, söz konusu işçinin yılda ortalama brüt ücretinin yüzde 18,7 si kadar vergi ödediği anlamına gelir. Aynı oran net ücrete göre ise yüzde 25.
Şirketlerin öde(me)diği vergiye geçtiğimizde, İşçilerin yasal olarak grev yapamadığı, yoksulluk sınırının altında ücret zammına mahkum edilmiş 6 bin işçinin çalıştığı TÜPRAŞ’ın 2024 yılı cirosu 810.3TL iken, ödediği vergi tutarı 2.3 milyar TL’de kaldı. Ödediği vergi cirosuna oranla yüzde 0.28. Bir TÜPRAŞ işçisinin örneğin aralık ayında ödediği vergi, brüt gelirinin dahi yüzde 28’i.
Koç Holding ve küresel otomotiv tekeli Ford Ortaklığında olan ve Ali Koç’un Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Ford Otosan’ın 2024’te toplam cirosu 595 milyar TL iken, ödediği vergi tutarı 164 milyon lira. Ödenen verginin ciroya oranı yüzde 0.02. Bir başka ifadeyle on binde iki. Sadece bu kadardır. Bu noktada Ford Otosan işçisinin durumuna baktığımızda, brüt ücreti 2024 yılının şubat ayında 44 bin TL olan işçiden yapılan gelir vergisi ve damga vergisi toplamı 12 bin 900 TL. Yani gelirine oranla yüzde 29.3 vergi! Şirketin ödediği yüzde 0.02, işçinin ödediği yüzde 29.3!
Sonuçta Türkiye’de vergiden kaçamayan tek bir kesim var. Ücretliler. Onlar için vergi memuruna gerek yoktur, ücretleri banka hesaplarına ulaşmadan vergi çoktan kesilmiştir. Ne bir denetime ihtiyaç duyulur ne de bir prosedüre. Öte yanda, teşviklerle zenginleşen, vergi istisnalarıyla büyüyen büyük sermaye için ne kaynağında kesinti vardır, ne de gerçek bir denetim. Onların hesabı çoktan “temize” çekilmiştir.
Kapitalizmin kirliliğinin en görünür halinin önemlilerinden olan dolandırıcılık bütün çeşitleriyle hız kesmeden devam ediyor. Türkiye kapitalizminin kuralsız ve agresif büyüme stratejisi, toplumdaki sınıf eşitsizliğini, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliği artırmakla kalmadı. Yoksul ve bağımlı sınıfların içinde bulunduğu sosyoekonomik çöküşten kurtulma umutlarını da piyasanın ve suç örgütlerinin kontrolüne terk etti. Daha iyi bir yaşam için ekonomik şartlarında görece iyileşme isteyenleri suiistimal eden dolandırıcıların, dolandırıcılık amaçlı kurulan suç örgütlerinin sayısının ve adliyelerde görülen dolandırıcılık dosyalarının artmasına yol açtı.
2022 yılı ve öncesindeki raporlarda dolandırıcılık suçu “mal varlığına karşı suçlar” kapsamında hırsızlık, mala zarar verme, yağma, gibi suçlarla birlikte değerlendirildiği için detaylı bilgiye ulaşmak zor. Ancak 2022 yılında ceza mahkemelerinde en çok açılan suç dosyası endeks sayısı 258 ile dolandırıcılık suçuna ait. Adalet Bakanlığı Ceza İnfaz Kurumunun 2023 istatistiklerine göre 54 bin 53 kişi dolandırıcılık suçu nedeniyle infaz kurumlarında yatarken, yine 2023 yılı içinde 36 bin 591 kişi dolandırıcılık suçundan infaz kurumuna girdi.
Bu noktada nitelikli dolandırıcılık, telefon ve internet dolandırıcılığı, kimlik dolandırıcılığı, tapu dolandırıcılığı gibi suçların toplumsal yapının kılcal damarlarında bu denli yaygınlaşmasını “toplumsal çürüme”, “ahlaki erozyon”, “sosyal yozlaşma” gibi etik-politik gerekçelerle açıklamak, suçu üreten nesnel zemini yok sayarak, suçu bireylerden ibaret münferit cürümlere dönüştürür. Oysa tarihsel olarak bakıldığında kapitalizmin İngiltere’de başlayan çitleme hareketiyle birlikte “soygun, şiddet, dolandırıcılık” içinde doğduğu belirtilmektedir. Kapitalizmin yarattığı sınıf eşitsizliği nedeniyle daha iyi bir yaşam ve konfor alanına sahip olmak isteyenler ile bu eşitsizliği suça dönüştürerek servet ve kazanç elde edenlerin ortaya çıkması birbiriyle ilişkilidir. Çünkü kapitalist sistemin dayattığı ideolojik ve psikolojik motivasyonunun temelinde “ Daha fazla para kazanma”, “ Daha hızlı zengin olma arzusunu empoze etmesi yer alır. En büyük hırsızın ve dolandırıcının sermaye olduğu bireyci ve rekabete dayalı sosyal yapı suçu, suçluları ve mağdurları yeniden üretir.
Bu bölümde son günler içinde yoğun tartışılan ve adeta gündemi belirleyen önemli konulardan biri olan İzmir Belediyesinde belediye işçilerinin grevi üzerinde durmak istiyoruz. İzmir Büyükşehir Belediyesinde( İzBB) DİSK Genel İş Sendikası tarafından başlatılan grev çok tartışılıyor. Bir yanda işçilerin ücretlerini, sendikanın taleplerini çok bulanlar, bir yanda “böyle zamanda grev mi olur “ diyenler, öte yanda “asgari ücret 22 bin iken işçiye bu kadar ücret fazla” diyenler, “ Grevde İzmirliler mağdur oluyor” diyenler. Demagojik suçlamalar ve aşağılamalar almış başını gidiyor. Öyle ki işçiler ve sendika greve gitti diye suçlu ilan edilecek. Oysa grev temel bir hak arama aracıdır.
Elbette grev doğası gereği rahatsızlık yaratır. Özel sektörde grev patronu baskı altına almak için yapılır, patrona ekonomik zarar verir. Kamuda hizmetin aksamasının yaratacağı baskıyla işçiler sonuç almaya çalışır. O yüzden “ grevde İzmirliler mağdur oluyor” söylemi grevin ne olduğunu bilmemek demek. Dünyanın her yerinde kamu grevleri ulaşımı etkiler. İzmirlilerin ulaşım sıkıntısı çekmesi grevin doğasın gereği. Başka ülkelerde de havaalanlarında grev olduğunda insanlar uçak kaçırır, metroda grev olduğunda bekler. Grevi hak olarak kabul ediyorsak sonuçlarına katlanmak gerekiyor. Grevi hak olarak kabul etmeyenlere ise elbette laf anlatmak mümkün değil.
Bu arada işçileri ve sendikayı suçlamak için kamuoyunda asılsız iddialar ve miktarlar dolaşıyor. Oysa grevin asıl nedeninin anlaşılması büyük önem taşıyor. Grevin asıl nedeni sendikanın ve işçilerin afaki ücret dayatmasından değil patronun “eşit işe eşit ücret” talebini kabul etmemesinden kaynaklanıyor. Bu mesele gözden uzak tutulursa grevi anlamak mümkün değildir. Bu duruma ilişkin DİSK Genel –İş Genel Başkanı Remzi Çalışkan’ın açıklaması grevin nedenini netleştirmektedir. Çalışkan “Gerçekler nedir? Net bir şekilde açıklıyorum. Eşit işe eşit ücret istiyoruz! Bizden önce İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından, Türk-İş’e bağlı Belediye –İş Sendikasının yetkili olduğu şirketlerde imzalanan toplu iş sözleşmeleri sonucunda ortaya çıkan tablo ile bize sunulan ücretler arasında uçurum vardır. Ve bizim bunu kabul etmemiz asla mümkün değildir.” Dolayısıyla eşit işe eşit ücret temel bir insan hakkıdır. Referandum konusu yapılamaz. İzmir’deki grevin sebebi sendikanın ve işçilerin afaki talepleri değil belediye yönetiminin hukuksuz ve ayrımcı tutumudur.
İzmir’deki grevci işçilerin ezici çoğunluğunun CHP’li olduğu ve seçimlerde CHP’ye oy verdikleri hatta mevcut büyükşehir belediye başkanının seçilmesi çalıştıkları sır değil. Yani bu grev siyasi nedenlerle yapmıyorlar. Ancak CHP’li İzBB, siyasal olarak kendisini destekleyen CHP’li işçilere ayrımcılık yapıyor. İzBB’nin iktidar baskıları karşısında işçi ücretlerinden tasarruf etmek istediği anlaşılıyor. Elbette işçi hakları ile belediyelere dönük hukuksuzluklar iki ayrı meseledir. Evet CHP’li belediyelere dönük hukuksuz operasyonlar ve baskılar söz konusudur. Muhalif belediyeler üzerinde iktidar baskısı var. İktidar muhalif belediyeleri kıskaca almıştır. Bu doğru.
Buna karşı çıkmak belediyelere karşı iktidarın yürüttüğü hukuksuz darbe girişimlerine karşı durmak lazım. İBB’ye ve İmamoğlu’na karşı yapılan darbe girişimine karşı ilk karşı çıkanın DİSK ve Genel-İş olduğu söyleniyor. Ancak o iş başka bu iş başka. Dolayısıyla bu noktada sendikanın talep ettiği ve halen İzBB’de uygulanan ücreti yüksek bulanlar Türkiye’de yaşamıyorlar mı? Bu pahalılıkta işçilerin talep ettiği ücretler neden yüksek olsun? Kaldı ki belediye bu ücretleri diğer işçilere zaten ödüyor.
Bu noktada şunu söylemeliyiz. Sendikalı işçilerin ücretlerini yüksek bulanlar, asgari ücretle karşılaştıranlar ya işçileri daha yüksek ücrete layık görmüyor ve aşağılıyor veya kendi ücretlerinin düşük olduğunun farkında değiller. Sendika ve grev karşıtı demagoji yapmak yerine bir zahmet örgütlesinler, hak arasınlar, mücadele etsinler ve kendi ücret ve maaşlarını da yükseltsinler.
İzmir Büyükşehir Belediyesindeki bu 7 günlük grev sadece sendikacılık emek mücadelesi açısından değil, toplumsal muhalefet, siyaset ve gazetecilik açısından da derslerle dolu. Türkiye’nin yakın tarihinin en önemli grevlerinden biri oldu. Sosyalist literatürde grev işçi sınıfı için bir “okul” olarak tanımlanır. Ancak İzmir grevi sadece işçiler için değil, aralarında sosyal demokratların ve sosyalistlerin de olduğu farklı sosyal ve toplumsal kesimlere için de bir okul oldu. Bir bölümü de grev okulunda sınıfta kaldı.
Bu noktada önemli gördüğümüz grev safsataları ve çarpıtmalarını birini ele almak istiyoruz. Grev sırasında dolaşıma giren bir kışkırtma ise “ Sendikalı işçiler, belediye çalışanları İzmirli değil” şeklindeydi. Bu İzmirlilerle işçileri birbirlerine düşürmeye hedefleyen ciddi bir tahrikti. İzmir’de pek çok başka kent gibi ülkenin dört bir yanından göç alan bir metropoldü ve bu üstelik yeni bir şey değildi. Ancak bu durum bilerek kaşındı. Toplumsal sinir uçlarının en hassas olanları ile oynandı. Dahası bu iddia gerçekdışıydı. Belediyede çalışan işçiler içinde İzmir doğumlular yarıdan fazlaydı. İzmir dışı illerin tek tek payı yüzde 2’den fazla değildi. Maalesef bu ırkçı ve etnik ayrımcı yalan bilerek yaygınlaştırıldı. Toplumun sinir uçlarıyla oynamak, toplumsal gruplar arasındaki rekabeti körüklemek ve kendinden iyi durumda olanları aşağıya, kendi düzeyine çekme gibi ilkel dürtülere seslenmek sorumsuzluk örnekleri olarak tarihe geçti.
Elbette bu ve benzeri kuşatma ve çarpıtmalar olsa da sendikanın da sorunsuz olduğunu söylemek ciddi bir yanılgı olacaktır. Sendikanın yönetiminin bürokratik yapısından kaynaklı taban ile bağı yeterince yansıtmadığı da açıktır. Bu durum sağlanan anlaşmanın yeterli olmamasından da bellidir. İzmir grevi haklı taleplere dayalı bir grev olmasına rağmen toplumsal fay hatlarını tetikledi, emek ve sendika karşıtı bir iklimi besledi ve toplumsal muhalefetin dost güçleri arasında kırılmalar yarattı. Grevi ilkesel olarak doğru bulan ancak toplumsal ve siyasal nedenlerle kaygı duyan çok geniş bir kesim de söz konusu.
İzmir grevindeki çekişme toplumsal muhalefetin aynı safında yer alanlar arasında çatlaklar yarattı. Bu eleştirilerden hareketle grev hakkını anlamaya en yatkın kesimlerin eleştirilerini mahkum etmek, hafifsemek ciddi hata olur. Ön yargılı ve provakatif tutumları ayrı tutmak ancak yapıcı eleştiri içermek lazım. Grevi anlaması beklenen kesimler grevi anlamadıysa ve destek vermediyse burada bir tahkimat sorunu olmalı. Nerede eksik yapıldığına bakmak lazımdır. Belediyelerdeki sendika- yönetim, işçi-patron ve istihdam ilişkilerindeki sorunları irdelemek gerekmektedir.
Bu değerlendirmelerden referansla bu bölüme de son verirken önemli gördüğümüz bir polemik konusunda kısa bir değerlendirme yapmak istiyoruz. Elbette işçiler içinde faşist ve siyasal İslamcı kesimlerin varlığı bilinmektedir. Bunların ırkçı, savaş yanlısı, işkence vb. konulardaki savunmacı tutumlarına sırf işçi diye sessiz veya tarafsız kalmak ciddi siyasi yanlış ve yanılgı olacaktır. Ama bu grevdeki talepler bunları içermeyip ekonomik olarak eşit işe eşit ücret talebi olduğu için haklı ve gerçekçi bir talep olduğu için savunulmalı ve desteklenmelidir. Ayrıca işçilerin apolitik tutumu, lumpen ve gerici ve bencil, çıkarcı yapıları elbette mümkün ama bunu bütüne şamil kılmak mümkün değildir. Dolayısıyla bu işçiler arasında bir kişi bile sınıf bilinçli olarak bu greve haklı olduğu için katıldığını belirtirse, işçilerin olumsuz yanlarına ilişkin bu söylenenler çöker. Kaldı ki işçilerin bu zafiyetleri ve olumsuz durumlarına dönük sınıfı suçlamadan bu durumdan sorumlu olarak öncelikle sosyalist-komünistler kendilerine bakmalıdırlar.
SONUÇ YERİNE
Bugüne kadar çoğu yazımızın özellikle sonuç yerine bölümünde faşizmin karanlığının giderek koyulaştığını değerlendirerek sürekli belirtmeye çalıştık. Gelinen aşamada bu durumun işaretleri daha da yükselmiş durumdadır. Bu yalnızca faşizmin iktidarının yükselişinin değil aynı zamanda belki son dönemde çok gündem olmayan askeri darbe-askeri diktatörlüğün kurumsallaşması, oluşması da mümkün olabilecek sürpriz olmayacaktır. Bu durumun son dönemdeki somut işaretleri CHP ‘ye karşı bütünsel saldırı ile net olarak görülmektedir. Ayrıca görünüşte Halk TV yönetim kurulu başkanına dönük yakalama kararının arka planı özellikle medya alanına dönük en küçük muhalif sesin bile engellenmesi saiki ile yapıldığı açıktır. Yine var olan kayyum atamaların olumsuzluğu, yanlışlığı tartışılırken, Erdoğan’ın sanki bunun düzelteceği gibi açıklamasının esası anlaşılınca, kayyum atamalarının yerlerinden kalkmadan vali ve kaymakamlığın yapacağı açıklaması merkeziyetçi anlayışın en uç noktası olarak şekillenmiştir.
Son günlerdeki bu saldırı ve tasarruflar açık diktatörlüklerin artık daha dönemsel, güncel potansiyel risk olduğunu açık ve net olarak göstermektedir. Elbette bu konularda güncelliği de kapsayan bir dizi değerlendirme yaptığımız için bunları tekrarlamıyoruz. Ama tüm bu karanlığa karşı amasız, fakatsız en geniş birlik sağlanmalıdır. Tersi durumu bir kez daha yüksek sesle söyleyerek Brecht’in özgün ifadesi ile faşizmi cezaevlerinde tartışarak, yaşayarak görürüz.
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Alanyaspor | 0 | 0 |
2. Antalyaspor | 0 | 0 |
3. Beşiktaş | 0 | 0 |
4. Eyüpspor | 0 | 0 |
5. Karagümrük | 0 | 0 |
6. Fenerbahçe | 0 | 0 |
7. Galatasaray | 0 | 0 |
8. Gaziantep FK | 0 | 0 |
9. Gençlerbirliği | 0 | 0 |
10. Göztepe | 0 | 0 |
11. Başakşehir | 0 | 0 |
12. Kasımpaşa | 0 | 0 |
13. Kayserispor | 0 | 0 |
14. Kocaelispor | 0 | 0 |
15. Konyaspor | 0 | 0 |
16. Rizespor | 0 | 0 |
17. Samsunspor | 0 | 0 |
18. Trabzonspor | 0 | 0 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Bournemouth | 0 | 0 |
2. Arsenal | 0 | 0 |
3. Aston Villa | 0 | 0 |
4. Brentford | 0 | 0 |
5. Brighton | 0 | 0 |
6. Burnley | 0 | 0 |
7. Chelsea | 0 | 0 |
8. C.Palace | 0 | 0 |
9. Everton | 0 | 0 |
10. Fulham | 0 | 0 |
11. Leeds United | 0 | 0 |
12. Liverpool | 0 | 0 |
13. M.City | 0 | 0 |
14. M. United | 0 | 0 |
15. Newcastle | 0 | 0 |
16. N. Forest | 0 | 0 |
17. Sunderland | 0 | 0 |
18. Tottenham | 0 | 0 |
19. West Ham United | 0 | 0 |
20. Wolves | 0 | 0 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Augsburg | 0 | 0 |
2. Leverkusen | 0 | 0 |
3. Bayern Munih | 0 | 0 |
4. B. Dortmund | 0 | 0 |
5. Mönchengladbach | 0 | 0 |
6. E. Frankfurt | 0 | 0 |
7. FC Heidenheim | 0 | 0 |
8. FC Köln | 0 | 0 |
9. Freiburg | 0 | 0 |
10. Hamburger SV | 0 | 0 |
11. Hoffenheim | 0 | 0 |
12. Mainz 05 | 0 | 0 |
13. RB Leipzig | 0 | 0 |
14. St. Pauli | 0 | 0 |
15. Union Berlin | 0 | 0 |
16. VfB Stuttgart | 0 | 0 |
17. Werder Bremen | 0 | 0 |
18. Wolfsburg | 0 | 0 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Barcelona | 38 | 88 |
2. Real Madrid | 38 | 84 |
3. Atletico Madrid | 38 | 76 |
4. Athletic Bilbao | 38 | 70 |
5. Villarreal | 38 | 70 |
6. Real Betis | 38 | 60 |
7. Celta Vigo | 38 | 55 |
8. Rayo Vallecano | 38 | 52 |
9. Osasuna | 38 | 52 |
10. Mallorca | 38 | 48 |
11. Real Sociedad | 38 | 46 |
12. Valencia | 38 | 46 |
13. Getafe | 38 | 42 |
14. Espanyol | 38 | 42 |
15. Alaves | 38 | 42 |
16. Girona | 38 | 41 |
17. Sevilla | 38 | 41 |
18. Leganes | 38 | 40 |
19. Las Palmas | 38 | 32 |
20. Real Valladolid | 38 | 16 |