banner100

banner48

28.02.2022, 22:46

"İşçi direnişleri kazanımlarla devam ediyor"

Savaşın ateşinin yükseldiği dönemden, günlerden geçiyoruz. Elbette ki bu durum mutlak bir sıcak savaş çıkacak anlamına gelmiyor. Birinci Dünya Savaşının Almanya’da ki Ruhr Havzası kömürü ve Alsas – Loren demir cevheri , İkinci Dünya Savaşının petrol kaynakları üzerinden çıktığı düşünülürse, bugün enerji ve tarım-gıda ağırlıklı bir savaşın çıkması zemini var demektir.Bu anlamda 3. Dünya Savaşı, soğuk savaş, bölgesel savaşlar, yerel savaşların olur, olmazlığı dışında hepsinin kendi içinde bir önemi ve gerçekliği olduğunu bilmeli, yok saymamalıyız. Potansiyel olarak bile savaşın dillendirildiği, 200 bin lerle ifade edilen askeri yığınak yapıldığı, yine savaş bölgesine yüksek teknoloji ürünü silahların koşullandırıldığını düşündüğümüzde, hemen her savaştan en zararlı çıkacak olan işçi sınıfı ve emekçilerin başlarına bugün, yarın yağacak bombaları düşünmelerinin travmalarını yaşadığı koşullar da, askeri harcamaların otomatik olarak yükseleceği, savaş bütçelerinin katlanacağı gerçeği emekçilerin ekmeğinin daha da küçüleceği, yoksullaşacağı da açıktır. Ayrıca yoğun bir ırkçılık çerçevesinde düşmanlaştırma, ötekileştirme olacak bu durum nesnel olarak sınıf- sömürü ilişkilerinin üzerinin örtülmesi , milliyetçiliğin yükselmesini getirecektir. Yine kullanılması zorlaştırılmış ve budanmış olan hak ve özgürlükler daha da sınırlanacaktır. Örneğin Ukrayna’da bugünlerde yaşanan 1 aylık OHAL ilan edilmesi emekçiler için adeta cezaevinde ceza misali nefes almalarının engeli olacaktır.

Modern Çar Putin’in tarihe gönderme yaparak Ekim Devrimi ve Lenin’e saldırması, Lenin ve Stalinizmi bir ve aynı görmesi, Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrı devlet kurma hakkı, bağımsızcılık ve eşitlik anlamında tezlerinin Ukrayna’yı ( Elbette ki diğer cumhuriyetleri ve özerk bölgeleri yarattığı gibi ) yarattığından rahatsızlığını açıkça belirterek ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ayrı devlet kurma hakkı gibi burjuva haklarını bile reddettiği, ikameci bir anlayışla Donetsk Halk Cumhuriyeti ve Luhansk Halk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanıdım diyerek ters taraftan bu bölgeleri işgal ve ilhak ettiği bu anlamda büyük Rus şovenizmi olarak kendine-Rusya’ya bağlamak istediği tartışılmaz boyutta nettir.

Bu noktada İbni Haldun’un “ Coğrafya Kaderimizdir” sözü muzaffer bir işçi devrimi ile bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlerin, ( Çar’dan kaynaklı halklar hapishanesinden kopuşu ) bir dönemle birlikte bağımsızlığını kaybetmeleri ( Tekrar modern Çarların nedeniyle halklar hapishanesine dönüşümü ) bu kaderin adeta kedere dönüşmesinin somut göstergesi olmuştur. Doğu Slav bu anlamda ayrı bir dili olan Ukrayna zorla Rusya’ya bağlanmak istenmektedir. Elbette ulusların kendi kaderini savunmak demokrat tavır olarak doğru olsa da bu durum Ukrayna’da darlaşmış oligarklarının egemenliğine ( servetlerini Batıya kıyı bankacılığı- Offshore kaçırdıkları, yatırdıkları bu zenginliğin sonucu olarak milyonlarca emekçinin yoksullaştığı da bilinmektedir) karşı olduğumuzu engellemez.

Dolayısıyla Putin’in tarihe , Lenin’e, Ekim Devrimine gönderme yapan açıklamaları doğalite olarak sol-sosyalist çevrelerde yoğun bir tartışma başlatmış olup bu tartışmaların karmaşayı ve eklektizmi engellediği noktada netleşme sağlanırsa önemli bir kazanım olacaktır. Bu eklektizmin panzehiri ise parçaların diyalektik toplamı olan hakikat bütündedir önermesinin kabullenmesinden geçmektedir. Ekim Devrimini bilerek veya bilmeden darbe gibi nitelemek, 1918 ‘e gönderme yaparak Lenin, Stalin’i bir ve aynı ( ideolojik, siyasi olarak ) görmek, sonuçta Stalinizmi aklamak çabası ciddi bir sapma ve açmaz, kırılganlıktır. Ekim Devrimi tek muzaffer proleter devrim olarak ( Emekçiler devrimi değil ) proleterler içinde nicel-nitel olarak ( Rusya’da ithal bir kapitalizmin gelişmesi yoğun bir işçi sınıfının oluşmasına yol açmıştır) güçlü olmasına rağmen diğer emekçiler içinde çoğunluk olmaması Duma seçimlerinde de görülmüş olup, emekçiler içinde çoğunluk olmaması onun proleterlerin fiili egemenliğindeki devrim olduğunu engellemez bu anlamda komünistlerin diktatörlüğü veya komünist elitlere devredilmesi dönemin somut gerçekliğini ifade etmemektedir . ( Komünistlerin diktatörlüğü, komünist elitlere devir, ancak Doğu Avrupa ülkelerinin anti-faşist mücadele sonrası dönemine özgüdür ) Marksizm’in özgün devrimciliği diyalektik olarak doğmatikliği reddeder bu anlamada öğrenilmiş çaresizlik anlamında ezberlerden , mutlaklardan kaçınmak doğrulara ve gerçeklere ulaşmanın adeta sigortası olacaktır. Bu noktada Stalin’in ulusal konularda etkili olması ve Stalin’in ürünü olduğu söylenen ulusların kendi kaderlerini tayini hakkındaki kitabının amentü gibi tek başvuru kitabı olarak kabulü tek kelimeyle doğmatikliğin akıl tutulması olacaktır. Devamla Stalin’i sağ , Troçki’yi sol olarak eşitlemek doğmatikliğin, rutin ezberlerin sonucudur. Stalin bir sınıf olarak şekillenen bürokrasinin muhafazakar temsilcisiyken, Troçki devrimci gelenek anlamında barikatın işçi sınıfını yanında olması anlamında karşıtlığın temsilcisidir. ( Bu durum Troçkizmin Ortodoks anlamında yanlışlarını ortadan kaldırmaz ) Dolayısıyla nesnel olarak Ekim Devrimin tek ülkede kalması ve dünya devriminin sönümlenmesi ve kapitalist-emperyalizmin saldırganlığı ve kuşatılmışlığı, iç savaşın devamı, NEP ve Savaş Komünizmini zorunlu hale getirmesi noktasında devlet ve partinin iç içe geçmesi sürecinin başlaması ,bürokrasinin güçlenmesini getirmesi anlamında devletin sönümlenmesinin engeli olmuş, ama Lenin, Troçki ve diğer liderlerin varlığı ve işçi denetimi ,işçi devletinin sigortası olmuştur. Lenin burjuva anlamdaki bu NEP ve Savaş Komünizmi tedbirlerini savunmamış ve teorik hale getirmemiştir. Tersine bu tedbirlerin işçi devletini yozlaştırıp, bürokrasiyi geliştireceğini sürekli söyleyerek endişelerini, kaygılarını belirtmiştir.

1929’a kadar bütün zaaflarına rağmen ayakta kalan işçi devleti, 1929-30 süreci ile birlikte Stalinizmin egemenliği ile birlikte tersine dönmüş, tek ülkede devrim-sosyalizmin savunulması sosyalizmi kapitalist-emperyalist ülkelerle rekabeti ve onlara yetişmek anlamında kalkınmaya indirgenerek teorik hale getirilmiş, dünya devriminin yetişememesi noktasında kapitalist dünya pazarından kopamayan Rusya’da bürokrasi üretim, tüketim, dağıtıma el koyarak, artı değerin kullanımını ve denetimini ele geçirerek servetlerini katlayarak, egemen bir sınıf olma özelliğini kazanmış ( Elbette bu durum diyalektik süreç olarak işlemiş , birden olmamıştır ) işçi sınıfı ekonomik ve siyasi olarak mülksüzleştirilerek ( Bu duruma rağmen hala buraya bürokratik sosyalizm, dejenere işçi devleti demek diyalektik süreç olarak bugünleri doğru ve gerçekçi açıklayamaz ) , işçi devletinin tüm kazanımları yok edilerek Rusya ‘ya özgü bürokratik devlet kapitalizmi sistemin adı olmuştur. 1929 ‘a kadar Sovyetlerin varlığı ve etkinliği anlamında da Sovyet –parti iç içeliği ortadan kalkmış, Sovyetler adeta içi boşaltılarak parti tek egemen aparat olmuştur. Kapitalist sanayileşme devir alınarak uygulanmış, tarım alanında zorla kolektifleşme bürokratik devlet kapitalizmin sermaye birikimi olmuştur. İşte bu Stalinizmin bürokratik devlet kapitalizmi olarak egemenliği, Troçki dahil yüzlerce üst düzey komünistin katline ,intiharına yol açmış, Gulag Adalarında milyonlar getto hayatı olarak esaret yaşama mahkum edilmişlerdir. Yine büyük Rus şovenizmi Çeçen-İnguş sürgün ve katliamlarla da mazlum halkların belalısı olmuş, dün nasıl sürgünler, işgaller,ilhaklar sınıf olarak egemen bürokrasinin sermaye birikiminin yükseltirken, bugünde Ukrayna’nın işgali ilhakı dar bir oligarkın servetlerine servet katacaktır. Sonuçta şu sorulabilir, işçi devleti, tek ülkede sıkışmış devrim-sosyalizm koşullarında ve kapitalizm-emperyalizmin saldırganlığı ve kuşatılmışlığı çerçevesinde yine yenilebilirdi ama bu Ekim Devrimi ve Sovyetlerin içinden çıkmış Stalinizmin eliyle olmayacaktı veya yeni bir devrim-sosyalizme gerçekçi kapı açacaktı.

Bu başat tarihsel girizgahtan sonra yazıya devam ederken Rusya’nın askeri olarak Ukrayna’yı işgalci olarak girmesi gerçekleşmiş olup yerel-bölgesel savaş sıcak olarak başlamış durumdadır. Bu yerel olarak başlamış savaşın bölgesel ve giderek dünya savaşına dönüşme zemini olsa da nükleer silahların varlığı ve özellikle ABD’nin 25 trilyon dolarlık borcu ve dünya borç stokunun 300 trilyona yaklaşmış olması ve Rusya’nın tarihsel saiklerden de kaynaklı iç sorunları vb. olması ve Avrupa’da Fransa’nın zikzakları, Almanya’nın doğalgaz tedariki anlamında Rusya’ya bağlılığı savaş için caydırıcı olsa da ABD’nin tek imparator olma özelliğini kaybedip artık çoklu egemenlikler çerçevesinde devreye ( bölgesel egemenliklerden çıkıp dünya egemeni olarak ) Çin ve Rusya’nın girmesi savaşların başat özelliği olan pazar kapışması ( Özellikle enerji, tarım-gıda ağırlıklı olarak ) topyekun savaşı tetikleyebilir.

BU noktada cephenin bir yanı böyleyken cephenin karşıt yanı olan işçi ve emekçiler cephesi nesne değil başat aktör olarak sahnededir. Kapitalizmin , kolektif emperyalizmin kriz çöküş halinden kaynaklı işçi ve emekçilerin direnişleri, isyanları başat olarak kendiliğinden tüm dünyada benzeri ortak talepler ( Enflasyon-pahalılık, işsizlik, ücret-gelir azlığı, yolsuzluk,rüşvet sarmalı gibi ) etrafında devam etmektedir. B u kendiliğinden direnişlerin örgütlü ve bilinçli olarak merkezileştiği ve politikleştiği koşullarda nasıl ki Birinci Dünya Savaşı Ekim Devrimini, İkinci Dünya Savaşı anti-faşizm patentli ülkeleri ortaya çıkarmış ise yeni dönem sıcak bir 3. Dünya savaşı olmasa da potansiyel yaşanılan yöneten- yönetilenlerin karşıtlığı anlamında devrimci durumların yaşandığı, nesnel şartların daha görünür olduğu ve teknolojinin avantajları yeni bir devrim-sosyalizm-komünizm koşullarını oluşturmaktadır.

Buradan içe yani Türkiye’nin durumuna geçersek bu yerel-bölgesel savaş koşulları savaş zamları çerçevesinde ( Özellikle petrolün varil fiyatlarının yükseleceğini düşündüğümüzde ) işçi ve emekçilerin daha yoksullaşacağı açıktır. Ama bu savaş koşulları fırsata çevrilir, ırkçılık, milliyetçilik yükselir, burjuva muhalif kanat dahil iktidarın peşine takılırsa iktidar küçük de olsa nefes alır ve sınıfsal sorunların ırkçılık temelinde üstünün örtülmesi aleni hale gelir. Bu noktada devlet –hükümet ortalığının ayakta kalması ve bugüne kadar her boydan alt ve üst yapısal olarak geniş emekçi kitlelerine çekilmez noktada yıkım yaşatmasına rağmen halen AKP ‘nin oy oranının yüzde 30 ların aşağıya düşmüyorsa bu durumun temel nedeni din ağırlıklı çalışmaların başat olarak devam etmesidir. Çözüm üretemeyenlerin mistik-metafizik olarak din tanrıya sarılmaları Marks’ın ifadesiyle kalpsiz dünyanın kalbi olma anlamında nesnel bir gerçekliktir. Ayrıca kendi kitlesinin konsolide etmek ve manipülasyonu anlamında da din başat önemini korumaktadır. Daha önce diyanetin gerici fetvaları, bazı tarikat, cemaatlerin rezillikleri, iğrençlikleri yaşanırken ve bunlar gizli, açık devam ederken son dönemde ve günlerde başka bu alandaki gelişmeler bizleri laiklik konusunda arka plan saikleri ve güncellik anlamında laiklik üzerinde durmayı önemli hale getirmiştir.

Öncelikle dinsel bağlantılı iki olayı ele alıp laiklik üzerine genel çerçevede değerlendirmeye geçeceğiz. Bunlardan biri TSK’ya Diyanet İşleri Başkanının protokol ve teamüller dışında bir komutan gibi ziyareti olmuştur. Elbette bu ve benzeri hemen her olayda erketede bekleyen ulusalcılar yine harekete geçmişler şanlı ordularına nasıl olur böyle gerici bir başkanı kabul erdeler diye alçak ve yüksek sesle sitem bulunmuşlardır. İşte devletin ve baskı ve zorun aparatı olarak onun temel gücü olan ordunun halkın ordusu gibi sınıflar üstü görülmesi ulusalcıları şaşkınlığa ve açmaza sürükleyerek , sürekli yanlışa düşmelerine neden olmaktadır. Oysa ordu geleneği kuruluş anından bugüne Türk-İslam sentezi olarak şekillenmiş peygamber ocağı savaş çağrısı olarak Allah, Allah nidaları bilinçli bir ideolojik tercih olmuştur. Dolayısıyla böyle bir orduya böyle bir Diyanet İşleri Başkanı çok yakışmaktadır diyoruz.

Diğeri Milli Savunma Bakanı Akar’ın üç yardımcısının ( hala görevde olan ) FETÖ cü olarak açığa çıkmalarının netleşmesi bizce sürpriz olmamıştır. Konu ile ilgili önceki yazımızda da değindiğimiz gibi 15 Temmuz ordu içinde güçlü olan askerlerin emir komuta altında var olan Erdoğan iktidarına karşı onu yıkmak için yapıldığı daha sonraları iç ve dış egemenlerin telkin ve gücü ile bu darbe kalkışmasının engellendiği açıktır. Akar’ın mizansen vari baskı takiyesi sonucu rahatça darbenin başlarından biri olan Dişli ile helikopterden inişi adeta ironik bir dille çiçeklerle karşılanması, Akar ve MİT Başkanı Fidan’ın darbe kalkışması öncesi saatlerce birlikte olmaları, dokunulmazlıkları var gibi darbe komisyonuna bilgi vermek için gelmemeleri ve çok güçlü olan Erdoğan’ın elinden gelse Akar ve Fidan’ı tereddütsüz görevden alamaması bilinirken, hala Akar’ın ordu nezdinde Genelkurmay Başkanı gibi gücünü koruması noktasında 3 yardımcısının FETÖ ile iltisaklı olması doğal olup sürpriz olmamıştır.

Bu değerlendirmelerin Laiklikle bağlantısı olması anlamında Marksizm referanslı laiklik değerlendirmesi önemli olacaktır. Öncelikle laikliğin evrensel yanını ele alıp daha sonra somut güncel yanına geçmek istiyoruz. Laiklik konusunda Marksizm ayrı bir başlık açmasa da ( Özellikle Paris Komünü koşullarında ) gündemine almıştır. Engels, Komünün bu kararını “Kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı. Yine Engels “ Kesinlikle söylenebilir ki Tanrıya yapılacak en büyük yardım, tanrısallığı bir inanç maddesi haline sokmak ve dini genel olarak yasaklamaktır” demiştir.

Laiklik hakkında referans bilgi ve yorumlarla devam ediyoruz. “Sekülerleşme” ya da ( sekülarizm) geleneksel feodal toplumdan burjuva toplumuna geçişle eş zamanlı olarak en kaba haliyle “dünyevi” olarak tanımlayabileceğimiz modern dünya görüşünün dini görüş ve öğretinin yerini alma sürecidir. “Sekülerlik” ve “laiklik” terimleri birbirine paraleldir,ancak sekülerliğin toplumla, laikliğin ise devletle ilişkili terimler olduğunu iddia etmek mümkündür. Sekülerleşme-laikleşme kapitalizmin yayılmasına paralel olarak ilerleyen evrensel bir süreçtir. Din ve devlet işlerinde, din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılmasından söz edilemez, sadece dinin devlet tarafından denetlenmesinin kontrol edilmesinin farklı derecelerinden söz edilebilir. Laiklik inancın kendisine değil “inançların dayatılmasına” karşıdır. Laiklik din ve vicdan özgürlüğüne indirgenemez. Laiklik din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır fakat kendisi değildir. Laiklik nasıl din düşmanlığı değilse inanç özgürlüğü de inançları yayma özgürlüğü değildir.

Bu genel değerlendirmenin referansıyla Türkiye’de laiklik anlayışına değinmek istiyoruz. Cumhuriyetle birlikte laik damar güçlendi. Dinin devlet ve toplum yaşamındaki önemi azaldı ama din bir kurum olarak devlet aygıtı içinde yer almaya devam etti. Başlarda din denetim altına alınarak etkisizleştirildi. Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı bir kurumun devletin tam da göbeğinde yer alması, laiklik tanımıyla uyuşmuyordu. Zira, her ne surette olursa olsun siz dine karışırsanız, din de size karışırdı. Dolayısıyla rejim, hiçbir zaman “tam laik” olamadı. Netice itibarıyla yarı-laik bir rejim söz konusuydu. Elbette bu yarı-laik durum bile siyasal islamın egemenliğinden, şeriat özleminden daha öndedir. Sonuçta laiklik konusunda iki eğilimin illüzyon yaratma ve manipülasyon çabası ayrıca önem arz eder hale gelmiştir. Bir yanda Jakoben, ceberut, elit laiklik anlayışı, diğer yanda siyasi islamın bu laikliği de reddi noktasında alternatif olarak üçüncü yol olan demokratik laiklik veya halk laikliğini savunmak gerekmektedir. Bu laiklik anlayışı çok kısa ama konusu anlamında çok şey anlatan devletin dinsizliğidir.

Bu bölüme kısa bir pandemi de güncel gelişmelerin değerlendirmesi ile başlamak istiyoruz. Pandemi riski dünya genelinde devam etmektedir. Aşılama hızı yükseldiği koşullarda toplumsal bağışıklığı yakalayan ülkeler normale dönmeye başlasalar da yeni varyantlar ( örneğin omicron gibi ) ortaya çıktığında ciddi bir panik yaşanıp tekrar kapanmaya dönmek, kapitalizmin kırılganlığı ve açmazından kaynaklıdır. ABD ‘de pandemiden ölenlerin sayısının 1 milyona yaklaşması riskin boyutlarını göstermektedir. Bu noktada aşı karşıtlarının dünyanın bazı ülkelerinde eylemlilik içinde bulunmaları önemli olsa da küçük bir kitleyi kapsamaktadır. Örneğin Kanada’da aşı karşıtlığı olarak kamyoncuların grevi yüzde yirmi seviyesinde olup aşılananların sayısı yüzde 80 düzeyindedir, bir de bunların faşist eğilimli Neo-Nazilerden olması sayısal olarak başka alanlar için önemli, riskli olmasa da pandemi gibi bir kişinin bir çok kişiye zincirleme olara virüsü bulaştırdığı düşünülürse bu sayılar küçümsenemez.

Türkiye’de şu veya bu ölçüde aynı süreçleri yaşadığı için ve aşılama belli bir düzeye gelse de toplumsal bağışıklık düzeyinde olmaması ve aşının ( özellikle Sinovak aşısının )yeterince etkili olamamasından vaka ve ölüm sayıları yüksekliğini korumakta, birde buna normalleşmenin kuralsızlığı eklenince vaka ve ölüm sayıları yer değiştirerek yüksekliğini korumaktadır. En önemlisi de egemenlerin istediği olan duyarlılığın kaybedilmesi noktasında kanıksamadır.

Bu bölüme öne çıkan bir konunun değerlendirmesi ile devam ediyoruz. Sanatın gücü ve önemi temelde yaratıcılığından ve protest özelliğinden kaynaklıdır. Dolayısıyla iktidarın sanatta iktidar olamadık serzenişi ve bunun getirdiği aşağılık duygusu muhalif sanatçılara kin ve intikam olarak fiziksel saldırıyı getirdi. Bu koşullarda Tarkan’ın “Geççek” şarkısı adeta hit, avangard oldu. Günlerce tartışıldı bir kesim lanetlerken, bir kesim sahip çıktı. Şarkının FETÖ veya CHP ısmarlaması olduğu da gündeme geldi. Elbette bu şarkının bu derece özellikle muhalif kanatta etki yapması ve sahiplenmesi şarkının içeriğinden ziyade ( Aynı şarkıyı Tarkan değil de bir başkası yapsaydı beklide adı bile duyulmayabilirdi ) dönemsel ve konjonktür olarak bir tarafta pandeminin, diğer tarafta açlık ve yoksulluğun yıkımında adeta bir aşı-ilaç gibi terapi oldu. Ayrıca bu şarkı nezdinde öncülüğün önemini de Tarkan göstermiş oldu. Milyonları birleştirdi bu anlamda da önemli oldu.

Tarkan’ın şarkısının içeriğinin bir olumsuzluğun geçecek olmasına gönderme yapması da geniş kitleler için umut, duyarlılık sağlamıştır. Ama daha da önemlisi Tarkan’ın savaş karşıtlığı, çevre konusunda duyarlılığıdır. Elbette bu tutumun sürekliliğidir. Dolayısıyla sanat- sanatçı sosyalizm-komünizm de de önemli olacak, komünizmin “yeni insanı” sanatın otantiğinin yaratıcılığından oluşacaktır. Bu noktada bir önemli yanda kapitalizm zemininden kaynaklı milyonlarca emekçi açlık ve yoksullukla boğuşurken sanatçı ismini hak etmeyenlerin ekstra zenginleşmeleri ve elbette sanatçı ismini hak edenlerin de bu derece zenginleşmeleri yanlış olup, sosyalizm-komünizmde bunlar eşitlikli temelde süreçle birlikte çözümlenecektir.

SONUÇ YERİNE

Kapitalizmin kirliliği ve faşizmin karanlığı bu savaş koşullarında daha başat hale gelecektir. Kapitalizmin bir dünya sistemi olması bu anlamda küresel her olayın her ülkeyi farklı derecelerde de etkilemesi kaçınılmazdır. Enerjide Rusya bağlantısı, gıda da özellikle buğday ve ayçiçeğinde Ukrayna bağlantısı savaş zamlarını getirecek, zaten pahalılıktan nefes alamaz emekçileri daha da boğacaktır. Bu noktada iki karşıt güncel durum önemli olmuştur. Bir yanda İBB sinin pandemide topladığı yardım paralarının ( 6,2 milyon lira ) önce dondurulması, sonradan el konulması yaşanmış, bu Ankara’yı kapsamıştır. Diğer yanda Sabancı’nın elektrik şirketi Enerji SA’nın net kârı 2021 de 2 milyar 282 milyon 368 bin olarak açıklanmış. Net kârın yüzde 110 arttığı belirtildi.

Soylu’nun son günlerdeki Suriye’lileri “seyreltme” politikası ırkçı- faşist bir anlayış olup bu uygulamanın Soylu ve devlet politikası olması da sürpriz olmamıştır. Yine son bir genç öğretmen intiharı ile birlikte, son sekiz ayda 502 emekçinin intihar ettiği belirtiliyor. İş cinayetlerinde ise 2021’de yılda en az 2017 işçi yaşamını yitiriyor. Sadece bu yılın ocak ayında 111 işçi iş cinayetine kurban gidiyor.

Bütün bu ve benzeri olumsuzluklar ve yıkım kendi alternatifini yarattı, işçi direnişleri kazanımlarla devam ediyor. Migros işçileri saat başı 4 lira zam ve primlerin yükseltileceği, iş koşullarının düzeltileceği kazanımıyla direnişi sonuçlandırdılar. Yine Trend Yol Ekspres işçileri direnişle patronun verdiği yüzde 11 zammı değil yüzde 38 zam alarak direnişleri kazanımla sonuçlandı. Diğer direnişler de devam ediyor. Açık ve net olan bir gerçek ki işçilerin kararlı direnişleri mutlak suretle küçük de olsa ( istenilen olmasa da ) kazanımla sonuçlanıyor. Bu durum domino etkisiyle diğer işçilere güven vererek onlarında direnişe geçmesini sağlıyor, sağlayacaktır.. Bu noktada yeni, yaratıcı olan işçilerin patronları Tuncay Özilhan’ın ( Zamanında “Bağımsız Türkiye” sloganı atan ) evinin- malikanesinin önünde eylemleri patronlar için ekstra bir korkudur yaratmıştır.

ki işçilerin bu direnişi ve sonuçta kazanımları kendi içlerinde dil, din, inanç, renk vb. gibi ayrımlara yol açmadan en geniş birlikleri, “işçilerin birliği sermayeyi ezecek” sloganın da ifade edildiği şekliyle hayata geçmiş, ( Patronlarında aynı günlerde birlik olarak toplantılar yaptıklarını belirtelim ) özellikle sınıf mücadelesinde birliğin önemini bir kez daha göstermiştir. Bu birlik işyeri , işkolu, il, ilçe, ulusal ve uluslar arası çapta sağlandığı noktada yenilmez bir güç olacaktır.

Yorumlar (1)
Haşim BARIŞ 2 yıl önce
Hüseyin, çok "derin" yorumlarını yeni okudum.Yerinde olsaydım gösterilen emek ve çabaya daha saygılı olurdum.Yazının içeriğine dair de birşeyler yazsaydın keşke..ha,temizlik ve tertip konusun da Asım' ı tanımış olsaydın,kırk kere özür dilerdin...
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 33 90
2. Fenerbahçe 33 86
3. Trabzonspor 33 55
4. Beşiktaş 33 51
5. Başakşehir 33 49
6. Rizespor 33 48
7. Kasımpasa 33 46
8. Antalyaspor 33 45
9. Alanyaspor 33 45
10. Sivasspor 33 45
11. A.Demirspor 33 41
12. Samsunspor 33 39
13. Ankaragücü 33 37
14. Kayserispor 33 37
15. Konyaspor 33 36
16. Gaziantep FK 33 34
17. Hatayspor 33 33
18. Karagümrük 33 33
19. Pendikspor 33 30
20. İstanbulspor 33 16
Takımlar O P
1. Eyüpspor 31 69
2. Göztepe 31 63
3. Ahlatçı Çorum FK 31 55
4. Sakaryaspor 31 54
5. Bodrumspor 31 52
6. Kocaelispor 31 52
7. Bandırmaspor 31 47
8. Boluspor 31 47
9. Gençlerbirliği 31 47
10. Erzurumspor 31 42
11. Ümraniye 31 37
12. Manisa FK 31 36
13. Keçiörengücü 31 36
14. Şanlıurfaspor 31 34
15. Tuzlaspor 31 33
16. Adanaspor 31 32
17. Altay 31 15
18. Giresunspor 31 7
Takımlar O P
1. Arsenal 34 77
2. Liverpool 33 74
3. M.City 32 73
4. Aston Villa 34 66
5. Tottenham 32 60
6. Newcastle 32 50
7. M. United 32 50
8. West Ham United 34 48
9. Chelsea 32 47
10. Brighton 32 44
11. Wolves 33 43
12. Fulham 34 42
13. Bournemouth 33 42
14. Crystal Palace 33 36
15. Brentford 34 35
16. Everton 33 30
17. Nottingham Forest 34 26
18. Luton Town 34 25
19. Burnley 34 23
20. Sheffield United 33 16
Takımlar O P
1. Real Madrid 32 81
2. Barcelona 32 70
3. Girona 32 68
4. Atletico Madrid 32 61
5. Athletic Bilbao 32 58
6. Real Sociedad 32 51
7. Real Betis 32 48
8. Valencia 32 47
9. Villarreal 32 42
10. Getafe 32 40
11. Osasuna 32 39
12. Sevilla 32 37
13. Las Palmas 32 38
14. Deportivo Alaves 32 35
15. Rayo Vallecano 32 34
16. Mallorca 32 31
17. Celta Vigo 32 31
18. Cadiz 32 25
19. Granada 32 18
20. Almeria 32 14